Gömülemeyenler ve ölmeden ölenler
Günlerdir menekşe mavisi eşarbının gölgelediği dingin, inatçı, kararlı, mağrur varlığıyla kederini örten yüzüne bakıyor ve düşünüyorum.
Onbir ‘hayat' doğurmuş, yaşadığı coğrafyanın zor koşullarında, kısıtlı imkanlarla çocuklarını yetiştirmiş bir anne. Yaşamın kutsallığını on bir kez hissederek, tecrübe ederek içinden çıkardığı varlıklara hediye eden bir kadın. Evlatlarının süt kokusunu içine çeke çeke dolaşan o kadın, çocuklarının hafızasında artık kokusuz.
Geçtiğimiz hafta hayata ve ölüme saygısı olan herkesi parçalayan o mektupta, oğlu yedi gün sokağın ortasında yatan ve dokunamadığı annesi Taybet İnan'ın kokusunu arıyordu: “Annemin elleri kaskatı olmuş ve öyle sıkmış ki eşarbını belli ki canı hayli acımış, öptüm ellerinden helal et hakkını diye ama…kanı kurumuş annemin, elleri, yüzü düşerken toprak olmuş, elbiseleri kandan ıslanmış sonra kurumuş, sonra taş olmuş annemin…Kokusu gitmiş, toprak ve kan kokuyor annem, saçları sertleşmiş, kirlenmiş, annemin canından can almışlar Allah'a inananlar! Gözleri açık kalmış annemin, yüzü eve dönük, ayakları toplanmış bir takat gelsin diye belli ki çabalamış.”
Bu cümleleri okurken toprak koktuğunu düşündüğü annesini günlerce toprağa veremeyen bir çocuğun acısını hissetmeye çalıştım. Öyle derin, öyle dipsiz, öyle karanlık bir keder ki bunu ne anlamak ne de anlatabilmek mümkün. Elimden gelen, biraz geriye çekilip günlerdir yollarda yatan kıpırtısız bedenler üzerinden ‘ölüme' saygının yitirildiği noktada, tıpkı hayatın kendisi gibi ölümün de insanı yücelten değerleri olduğunu hatırlatma çabası.
ÖLÜMÜN HAYSİYETİ
Cizre, Silopi, Diyarbakır ve diğer çatışma alanlarında kaldırılamayan, aralarında üç aylık bebek ve çocukların da bulunduğu onlarca cenazenin defnedilmemesi için bürokrasinin rövanş hiddetiyle öne sürdüğü sebepler kabul edilemez. Bu, ahlaki çöküşün ötesinde büyük bir insanlık suçudur. Günahtır! Ölen her insanın ardından –kim olursa olsun- bütün dinlerde, kültürlerde, geleneklerde anma törenleri düzenlenir. Bu törenler, geride kalanların yas sürecine katılmak, ölüyü dualarla, hatıralarıyla, dileklerle uğurlamak, ona ait olduğu hayatı sonsuza kadar hediye etmek, ruhunu ebedi kılmak için ‘insanın' kıymetini hatırlatmak için yapılır. Yapılamadığında eksiliriz, hayatla rabıtamız kopar, ruhumuz çürür.
Bugün kendini ‘Müslüman' olarak tanımlayan, kendi vatandaşının yaşam hakkını ayaklar altına alan yönetimin, bizzat öldürdüklerinin bile defnedilme hakkına zerre kadar saygısı yok. İnsanların onuruna keskin bir bıçak gibi sapladığı hakaretleriyle zulmedenin cenaze töreninde tam teşekkülü kadroyla hazır bulunan ‘devlet erkanına' değil elbet sözümüz. Onlar ölmeden ölüp çürüyen hayaletler gibi dolaşıyorlar bu dünyada. Bırakalım kendi bataklıklarında boğulsunlar. Ama hiç değilse insan kalmanın haysiyeti adına mücadelesini sürdürenler Taybet İnan'ın oğlunun cümlelerini hatırlatmalı ve yaşatmalı: “Biz sevgi nedir hiç dile getirmezdik ama bir sarılması vardı dünyaya değerdi, binlerce söz gelse anlatamazdı o sevgili…Annem tamı tamına yedi gün sokakta kaldı…hiçbirimiz uyuyamadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye, o orada yattı biz yüz elli metre ilerisinde öldük. Bir insan bir insana ne kadar acı çektirebilirse devlet de bize yedi gün bunu yaptı. Yedi gün tam yedi gün annenizin cenazesi sokakta kalsın. İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor.” ‘İnsan olmak ve insan kalmak'. Tam da bu; Bugün yaşanan ahlaksız, ölçüsüz, hukuksuz şiddet ikliminde yapabileceğimiz sözün, düşüncenin ve umudun gücüne sarılıp insan kalmanın erdemini korumak için mücadele etmek.
İnsan ölüsünü Paelotik çağdan beri yani yüz binlerce yıldır törenlerle gömüyor. İnsanın mağarada yaşadığı dönemden kalan gömüler, ölüme dair farklı geleneklerin çok eskiden beri var olduğunu gösteriyor. Mesela Hititler'deki ritüeller bize mezar çukurlarına bırakılan hediyeler olduğunu söyler. Bugün yaşadığımız çağda sokaklarda ölüleri saygısızca bekletmek, aşağılamak insanın kendi kültürel, tarihi geçmişine de hakarettir aynı zamanda. Bu temel hayat bilgisini idrak edebilmek için manevi derinliği kavrarken düşünmek, toplumsal , kültürel örüntüleri bilmekte, hatırlamakta fayda var. Makalelerini merakla okuduğum antropolog Ruth Benedict, eski Türklerde ve Moğollar'ın şamancı geleneklerindeki cenaze törenlerindeki ayrıntıları Kwakitul topluluğunda aynen görülmesinin nedenlerini araştırmış. Genç bir baba ve anne ölen çocukları için yas tutuyor. Annenin feryatları kocaman bir keder yumağı. Ağlayıcı kadınlar geldikten sonra anne ölü çocuğunu kollarında tutuyor ve gözyaşlarını döküyor. Kadınlar ağlarken çocuğuna sesleniyor: “Ah, ah, ah, neden bana bunu yaptın çocuğum? Annen olarak beni seçtin. Senin için her şeyi yaptım. Bak, işte senin oyuncakların burada, senin için her şeyi yaptım. Neden beni terk ettin çocuğum? Sana bir şey mi yaptım? Geri gelirsen sana her şeyin daha iyisini yapacağım. Benim için yap bunu! Nereye gittiysen hemen buraya gel. Sen gelir gelmez ben tekrar güçleneceğim. Lütfen orada kalma. Bana annene acı yavrum.” Anne bu törende dua ederek onu ikinci kez vücudundan doğurmak istiyor. Onunla tekrar ‘bütün' olabilmek için.
TARİH ACILARI UNUTTURMASIN
Bu törendeki konuşmanın ‘hayatı' bildiğimiz, tanıdığımız, sınırlı bir ‘vakitten' ibaret sananlara iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum doğrusu. Ölümün deruni anlamını idrak edebilenler edebiyatı, sanatı, sosyal bilimleri, felsefeyi içselleştirilmiş sahih ‘inancı' hazmedebilenlerdir.
Bugün hayatın ve ölümün kutsallığına saldırılarda tanık olduğumuz lümpenlik, sığ siyasetin malzemesi ve sahiden çok yaralayıcı. Taybet İnan'ın oğlunun yazdığı bu ülkenin tarihine çok derin bir çentik atsın isterim. Kimsenin hafızasından asla silinmesin isterim: “Annem ilk vurulduğunda haber verdiler koştuk. Biz daha varmadan amcam gitmek istemiş onu da vurmuşlar. Gittiğimde amcamı taşıyordu komşular, ‘Annem?' dedim ‘Sokakta kaldı.' dediler, ben gitmek istedim tuttular, ağladım, ağladım, ağladım. Annem sokağın ortasında kaldı öylece önce belli belirsiz kıpırdıyordu, sonra saatler geçtikçe hareketleri azaldı. Kimi aramadık ki vekilleri, kaymakamı, valiyi, dedik çeksinler şu kargaları öldü ölmesine de cenazemizi alalım. Annem ne hissetti acaba, canı çok yandı, yanmıştır…”.
İnsanlıktan biraz nasibini almış herkesin canı yanar. Yanmalı. Böyle kesif bir acı önünde benim kelimelerim yanıyor. Yandı.