Ali Çolak - Barışı öldürmek
Barış için türküler söylerken ölmek ne acı. Türküye karşı bomba, yaşama sevincine karşı ölüm!
Her şeyi, o karanlık bombalarla kesilen sesleri, o korkunç katliamı en iyi anlatan ne miydi? Dokuz yaşındaki çocuğun, o kocaman yeşil gözlü Veysel'in öğretmeninin mektubu... “Ben artık barışı nasıl anlatacağım!”
***
Biz artık barışı nasıl anlatacağız? Türkülere, halaylara bomba patlatan nefreti ne kendimize anlatabiliyoruz ne çocuklarımıza. Veysel'in gözlerinde bütün kurbanların, genç kızların, yaşlı kadınların, öğretmenlerin, demiryolu işçilerinin hayali canlanıp üzerimize yürüyor. Bizi yaşatamadınız, barışı öldürdünüz!
***
Barışı koruyamadık… Nefreti yok edemedik, yenildik hatta ona. Oturup, katliamların çetelesini tuttuk. O ışıltılı gözlerin, türkü söyleyen ağızların sahiplerini, bir rakama dönüştürüp alt alta yazdık. Çoğumuz için bir rakamdan ibarettiler, her haber bülteninde birer ikişer artan…
***
Birileri oturmuş, insan ölülerinden güç biriktiriyor. Her yenisinde bir öncekini unutturmak için daha büyük, daha korkunç bir katliam planlayarak... Bir ölüm ormanı kuruyorlar akıllarınca; orada aklımızı, umudumuzu boğmak için.
***
Yıllar hatta çağlar devriliyor, coğrafyalar değişiyor fakat katliamlar hep aynı! Aynı nefret, aynı cehalet, aynı pusu… Karanlığın dini yok, dili ve ırkı da. Cinayetten başka dil bilmiyor, öldürdükçe azmanlaşıyor katiller.
***
Şimdi bütün bir halk, elimiz şakağımızda, soruyoruz: Bu topraklarda bir katliamcı, bir canlı bomba nasıl yetişiyor? Sahi nasıl? Eline mikrofon alanın, söze Mevlânâ ve Yunus'la başladığı bir ülkede, canlı bomba olup katliam yapmayı nasıl öğreniyor çocuklar? Onları canilerin eline kim, nasıl teslim ediyor? Barış hiç yok muydu buralarda, sevginin adı anılmamış mıydı yoksa? Bütün söylenenler riyadan mı ibaretti, boğazdan aşağıya inmeden... Cehalet ve nefret, öldürme arzusu, gizli bir zakkum gibi büyüyüp gidiyor muydu aramızda?
***
Bir ölüm ormanı kuruyorlar karşımızda. Ta eskilerden, Çorum, Kahramanmaraş ve Sivas… Reyhanlı, Suruç ve Ankara, açık bir yara gibi kanıyor. Ülkem baştan başa yara! Kanıyor, Anadolu'nun kesik damarları. Yara Şiirleri'ni hatırlamanın zamanı. “yurdum, yalnızlığım benim!” demişti Hilmi Yavuz, “nereye gidersem oraya /siyah bir gül düşüyor./ yurdum ne kadar benzedin, / giderek büyüyen yaraya...” Kabuk bağlamaz bir ‘yara' gibi Türkiye, kan kaybediyoruz durmadan.
***
O harikulade “İklimler” romanının yazarı André Maurois, “Yaralı Fransa'nın fanatizmle güçlenmesi imkânsız.” diyordu: “En iyisi belki de her görüşten bir dünya yaratmak...” Yaralı Türkiye, ‘her görüşten bir dünya yaratmak'tan korkuyor. Tek ses istiyorlar; herkes, sahibinin sesi olsun. Bütün kavgaların, ölümlerin, acıların büyüdüğü bataklık!
***
Birinci Dünya Savaşı'nı cephede yaşamış, ikinci büyük savaşta Avrupa'nın yıkımını görmüş André Maurois, son sayfalarını 1941 yılının 8 Ekim sabahı, Mahattan'ı kuşbakışı gören bir kulede, Central Park'ın uzakta uçuk yeşillikler arasında puslu bir ışık demeti oluşturan mavi gölüne bakarak yazdığı “Zaman Ne Olur Biraz Dur…” adını verdiği anılarını bitirirken şöyle demişti: “Bunca başarısızlığa karşın, sevginin bir gün kin karşısında üstün geleceğine ilişkin umudum kırılmamıştır.”
***
Sevginin bir gün kin karşısında galip geleceğine dair ümidimiz kırılmayacak. İyileşeceğiz, cehaletin üstüne üstüne giderek. Yurdumuzun yaralarına gül basarak, yangınlardan artakalmış kül basarak, iyileşeceğiz. Her görüşten, apaydınlık bir dünya kuracağız sonra, kimsenin türkü söylerken ölmeyeceği bir ülke… Katliamlarda yitirdiğimiz insanların; aydınların, genç kızların, öğretmenlerin, işçilerin, o kocaman yeşil gözlü Veysel'in adını kederle anarak… Güzel günler göreceğiz.