Mehmet Kamış - Şark'ın yönetenleri
Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö'nün Türkiye'ye gelişini herkes yakından izledi.
Avrupa'nın bu önemli refah ülkesinin en üst mevkiinde oturan kişi, Türkiye'ye tarifeli seferle geldi, İstanbul'dan aktarma yaparak Ankara'ya geçti. Ne debdebe vardı gelişinde ne de şatafat! Ne de beraberinde gelen yüzlerce koruma görevlisi... İnsanlar içinden bir insan olarak gelip ülkesi için önemli olan görüşmeleri yapıp yine herhangi bir insan gibi tarifeli uçakla ülkesine döndü.
2011-2014 yılları arasında Danimarka'nın ekonomi ve içişleri bakanlığını yapan Margrethe Vestager'in hikâyesini daha önce bu sütunlarda yazmıştım. Türkler tarafından verilen bir ödül törenine, bırakın bir korumayı bir tane sekreteri bile olmadan bisikletle katılmıştı. Aldığı ödülleri de bisiklet sepetine koyup evinin yolunu tutmuştu. Batı'da bunlar gibi belki yüzlerce örnek gösterebiliriz. Tevazu, mahviyet, dünyanın geçiciliği gibi sözleri belki de hiç duymamış bu insanların hayatlarını nasıl da tevazu eksenli yaşadığını görmek insana derin derin iç çektiriyor.
Hele de Doğulu yöneticilerin bu debdebe, şatafat, alayişi bu kadar içselleştirmesini, yönetme işini ölümüne önemsemesini gördükçe insan ister istemez zihninde sorguluyor ve “Hangisi daha Müslümanca?” diye soruyor kendi kendine. Şarklı yönetici niye kendini bu kadar önemsiyor ve niye kendine bu kadar büyük anlamlar yüklüyor? Onları dinledikçe (haşa) sanıyorsunuz ki yeryüzü bunun için yaratılmış.
Ülkeyi yöneten, kendine muhafazakâr diyen ve her fırsatta dini referanslar veren insanlardaki bu şatafat merakının nereden geldiğini anlamak bir hayli zor. Çağdaş ülkelerdeki bu uygulamaları gördükçe Recep Tayyip Erdoğan'ın milyarlarca dolar harcanan sarayı savunurken “Dışarıdan gelen insanlar saraya bakıyorlar ve haa demek Türkiye büyük bir ülkeymiş, diyorlar.'' sözünü kimin dediğini de merak ediyor insan. Ama benim tek meselem Recep Tayyip Erdoğan'ın sarayı değil. Bütün toplumumuza sirayet eden ve bütün yöneticilerde ortaya çıkan bu ‘kendini aşırı önemseme' ruh hali…
Şark'taki bir yönetici yönettiği insanlarla ilgili niye her türlü tasarrufu yapabilmeyi kendinde bir hak olarak görür? Onların ne düşüneceğinden, neye inanacağından, boş vaktinde nelerle uğraşacağına kadar her şeyi belirleyebilmeyi en doğal hakkı olarak telakki ediyorlar. Oysa gelişmiş Batı ülkelerinde yönetmek bir kamu göreviyken Şark'ta yönetmek, yönettiğinin sahibi olduğu anlamına geliyor. Şarklı yönetici yeryüzünde hayatın kendisiyle başladığını zannediyor. Onun içindir ki kurumsallaşma, bir yönetim geleneğinin oluşması mümkün olmuyor. Onun içindir ki uzun soluklu partiler ya da şirketler göremiyorsunuz. Düşünün, bir şehre belediye başkanı olanın ilk yaptığı şey ondan önce yapılan her şeyin üzerini çizmek ve her şeye sil baştan yeniden başlamak oluyor. Birkaç sene önce insanlardan bir insan iken iktidara gelince kimseye saygı duymayan, yaş ve kuru her şeyi herkesten daha iyi bildiğini zanneden bir hale bürünüyorlar. Çağdaş dünyada yönetmek, sadece bir kamu vazifesidir. Yöneten kimse, ne devletin, ne şehrin, ne şirketin sahibi oluyor, sadece kendisine verilen ve mutlak surette geçici olan bir vazifeyi ifa ediyor.
Şark'ta ise bir köye muhtar olan bile seçilmişlik psikolojisine kaptırıyor kendini. Allah tarafından o köyü yönetmek için seçilmiş bir aziz kul! Allah'ın kulu ama o köyün efendisi.
Bu yönetim biçiminin İslami olma ihtimali var mıdır? Bu tarzın sadece cahillikle ilgisi olabilir.