Selim İleri - Onlara veda ederken...
“Babamın son giydiği elbiseydi. Onu, her akşam soyunduğu odada, son saatlerini yaşamakta olduğundan habersiz, belki de ertesi gün yapacağı işleri tasarlayarak, üzerinden son defa çıkarmış, orada duran iskemlenin üzerine geçirmiş, bizlerle biraz dereden tepeden konuşup, her zamanki gibi yemeğini de yedikten sonra geliveren ânî; bir kalp kriziyle yirmi dakika içinde ölüp gitmişti.
Böyle zamanlarda hep çok geç yetişen doktor...”
Son yıllarda, hemen hemen her ölüm haberinde, içim burkularak, Ziya Osman Saba'nın bu öyküsünü, “Babamın Elbisesi”ni anıyorum. Kimileyin belleğimdeki bölük pörçük tümcelerle, kimileyin de Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'nin o sayfalarını açıp, yeniden-yeniden okuyarak.
“İkinci hikâye ‘Babamın Elbisesi'nde” diyor Behçet Necatigil, “merhumun elbisesinin satılması önce hiç düşünülmemiş, fakat birgün paket edilip götürülmüş, Kapalı Çarşı'da bir eskiciye satılmıştır. Bir hafta sonra, içinde bir utanç ve merak, yazar, eskicinin önünden geçer: Askılardan birinde durmaktadır elbise.”
Hikâyenin hazin akışı kadar, başlangıçtaki ‘ölüp gideceğini bilmemek' de benim için nice yıllardır bir gönül eğitimi. Öfkelerden, kırmalardan, incitmelerden uzak durmak, ölünüp gidileceğini bilerek yaşamak...
Derken sevdiğimiz, eşimiz dostumuz birinin ölüm haberiyle sarsılıp kalmak...
Tomris İncer'in hasta olduğunu Lütfü Şenkaya'dan öğrenmiştim. Bilgisayardaki haber dökümü, Türk tiyatrosunun büyük oyuncusunun hasta olduğunu iletiyormuş. Önce Lütfü'ye inanamadım, daha doğrusu inanmak istemedim. Nergis Çorakçı'ya telefon ettim; ne yazık ki ağır hastaymış Tomris.
Park Kafe miydi oranın adı? Yine böyle yağmurlu bir öğleden sonra, Tomris İncer'le orada buluşmuştuk. Birbirimizi tanımıyorduk. Tabiî; ben onu sahnede izlemiş, hayran olmuştum, kim bilir kaç kez.
Ve kim bilir kaç yıl geçti... Kanal 6 yeni açılıyor, Mehmet Turan Akköprülü'nün önerisiyle Kanal 6 için bir dizi hazırlıyorum: Yedikuleli Mihriban. Önemli rollerden biri Madam Eleni. Doğup büyüdüğü İstanbul'dan ayrılmaya, Yunanistan'a gitmeye yazgılı, artık yalnız, yaşlanışın eşiğindeki terzi Madam Eleni'yi Tomris oynasın istiyorum.
Ah Tomris!
Tomris İncer ise dizilerden pek hoşlanmıyor. “Siz yazdığınız için okuyacağım” diyor; sonra koyu bir söyleşiye dalıp gidiyoruz. Saat on sekiz sularında, Taksim'de Lütfü'yle buluşacağım. Cep telefonu falan yok herhalde. Taksim'den Lütfü'yü alıyorum, Park Kafe'ye geri dönüyorum. Kireçburnu'nda bir lokantada biten uzun, yalnızca iyiliklerin, güzelliklerin, sanatın, tiyatronun, edebiyatın, dostluğun konuşulduğu eşsiz bir gün, gece, eşsiz bir hatıra...
Zaten “Hatıralar...” diyorum Lütfü'ye. Birkaç gün sonra da Tomris'in ölüm haberi, Lütfü cep telefonuma mesaj atıyor, hemen Nergis'i arıyorum...
Yedikuleli Mihriban'dan hiçbir zaman unutamayacağım sahneler: Madam Eleni, Saraylı Lâmia Hanım (Gül Gülgûn), Mihriban (Nebahat Çehre) uzun süren sonbahar akşamlarında deniz kıyısında yürüyorlar. Bu sahneler diziye sonradan eklenmiş. Çünkü Tomris, Gül Hanım, Nebahat öylesine etkileyici oynuyorlar ki, gönlüm onları dizide daha çok görmek istiyor.
Sevgili Tomris, kilisede dua ediyor, Madam Eleni artık doğup büyüdüğü yurdundan ayrılacak. Çıt çıkmıyor çekim boyunca. Çekim sona erince kuru bir hıçkırık sesi: Kilisenin asık yüzlü papazı ağlıyor! Ah Tomris! Nasıl da incelikli bir oyunculukla bezemiştin Madam Eleni'yi!
Güzelim eski Yedikule evlerinden birinde, dikiş makinesinin başında seni yine görür gibiyim, durup, yorgun argın, Bafra paketinden sigaranı çıkarıyorsun, gecede. Az ötede tren yolu, tren geçiyor, gecede tek başına dinliyorsun, derin bir nefes alıyorsun sigarandan... Bu kez de görüntü yönetmenimiz Muzaffer Turan'ın gözlerinde yaşlar!
Yedikuleli Mihriban'dan hiçbir şey kalmadı bende, ne on bölümlük o senaryodan tek yaprak, ne kasetlerde rengi uçmuş birkaç sahne, ‘hatıra fotoğrafları'ndan zaten ürkerim...
Gül Hanım'ın ölümünden sonra Tomris İncer'le telefonlaşmıştık.
Son yıllarda ne kadar seyrek görüşebiliyorduk; herkes kendi dağdağasında. Ama o günlerden iz kalmış. Tomris, Yedikule'deki sonbahar akşamlarını, üç yalnız kadının sahildeki sonbahar yürüyüşlerini hatırlatmıştı. Belki de, diyordu, Gül saklamış olabilir...
Sennur Sezer'le son konuşmam
Bir hafta geçti geçmedi, Burcu Aktaş'ın mesajı: “Selim Bey, acı haberi duydunuz mu?” Kullandığım ilk günden beri beni irkilten cep telefonundan öğrendim değerli Sennur Sezer'in ölümünü.
Önce Sennur'un Oktay Akbal yazısı, en önce o duyarlılık dolu yazı, işte şu kadar zaman önce Radikal Kitap'ta yayınlanan: Sennur Sezer, Oktay Akbal'ın Öykülerindeki, Garipler Sokağı romanındaki eski İstanbul semtlerini gezmiş. Onca değişen İstanbul'a rağmen, ustamız Akbal'ın oraları, yazısında çizisinde, hâlâ yaşattığını görmüş. Bir ayrılış bu denli güzel yazılır, yazılabilir mi diye düşünmüştüm. Meğer Sennur Sezer'le son konuşmam olacakmış, dayanamamış telefon etmiştim.
Sonra 1960'lı yılların sonu, yeniyetmeliğim, öyküler yazmaya çalışıyorum, şiirler-şiirler okuyorum, incecik bir şiir kitabı, adı Gecekondu. Kitaba adını veren şiiri çok seviyorum. Hayli etkisi altındayım bu şiirin.
Daha bu yıl, 2015, Sennur Sezer kendi televizyon izlencesinde, benimle bir söyleşi gerçekleştirecek, ancak bu yıl, 1964'ten nice sonra “Gecekondu”nun bendeki etkisini söyleyebileceğim... İçimde kırıklık, bir yandan da, hiç değilse Sennur'a söyleyebildim diyorum, yazı masasının başında, Burcu'dan ölüm haberini öğrenince.
Sennur Sezer çağdaş edebiyatımızın yılmaz koruyucusu; yazarlık emeği boyunca, geçmişin hep de unutulmaya, artık okunmamaya yazgılı romanlarını, hikâyelerini hep o savundu, hatırlattı, hep o kucakladı. Daha yenilerde Mahmut Yesarî;'nin Çulluk'unu bugünün okuruyla buluşturmayı deniyordu.
Birkaç yıl önce, Radikal Kitap'ın yemeğinde birlikte oturmuştuk. Eşi, gençliğimin unutulmaz öykücüsü Adnan Özyalçıner'le ikisine dalıp gitmiştim: Edebiyatımızın en alçakgönüllü iki yazı emekçisi, onlardan yalnızca iyilik, sevecenlik akıyor size, iyiliği ve sevecenliği âdeta şiddetle duyumsuyorsunuz.
Burcu'ya telefon ettim, bunları anlatmak istedim. Gelgelelim onca anıyı telefonda söylemek imkânsız.
Varlık Yayınları'nda görüyorum Sennur Sezer'i, yine on sekizlerimde, yirmilerindeyim. Kitap tarihimizin anıtlarından Varlık Yayınları eski yerindeymiş, Yaşar Nabi Bey hayatta. Sennur Sezer yayınevinin redaktörü. Elimde roman dosyam. Sennur Sezer yazar adaylarına gelecek için hep umutlar söz veriyor.
Nitekim ilk kitabım Cumartesi Yalnızlığı'nı okuduktan sonra da umutlarını esirgemeyecek...
Yarım yüzyıla varan tanışıklığımızda, her buluşmada, her karşılaşmada yalnızca sevdiğimiz yazarları, şairleri konuştuğumuzu da söylemeliydim telefonda Burcu'ya. Gerek Sennur Sezer, gerek Adnan Özyalçıner gündelik çekiştirmelerden ölesiye uzak durdular.
Reşat Enis'i konuşuyoruz, Aka Gündüz'ü, Peride Celal'i; nasıl oluyor da, hiçbir zaman kendi yazdıklarından söz açmıyorlar. Sorsanız bile geçiştiriyorlar. Yaşlılar, unutulmuşlar, gençler; hep başkaları.
Örnek alınası bir tutumdu Sennur Sezer'inki. Ölümünden daha bir akşam önce, Perşembe Mektupları'ndan (Yazılı Kâğıt Yayınları) söz açmıştım. Edebiyatımızı, sanatımızı sevgiyle, saygıyla kucaklayan bu mektupları yalnızca Sennur Sezer yazdı...
“Sevgili Selim İleri sen bir özlem şairisin” diye yazmıştı. Sevgili Sennur Sezer, yalnızca iyiliklerin annesiydin. Yalnızca iyilikler senden yadigâr.