En iyi öğretmenim hastalığım oldu
Üniversite öğrencisi Zehra, bir gün hastalanır ve bu durum hayatına bakışını değiştirir.
Sabah evden annemin sıcak bakışları ve şefkat dolu öpücüğüyle çıkmıştım. Anneciğim beni her sabah okula giderken “Allah zihin açıklığı versin kızım!” diye uğurluyordu. O gün vizem olduğunu bildiğinden “Allah muvaffak etsin!” dedi. Sivas'ın bozkırında yetişmiş, elleri nasırlı, saçlarına ak düşmüş, ellisini aşmış çilekeş bir Anadolu kadınıydı anneciğim. En değerli varlıkları evlatlarıydı. Aramızda sıkı bir gönül bağı vardı. O sabah yüzünde bir endişenin varlığını sezmiştim. Belediye otobüsünde bunun nedenini düşündüm hep.
Sınıfta başarılı bir öğrenciydim. Bu sınava da güzel hazırlanmıştım. Hocalarımla ilişkilerim de iyiydi. Biyolojiyi seviyordum. O yüzden üniversitede de biyoloji öğretmenliğini tercih ettim. Öğrendiğim her bilgi, kendimi keşfetmem için yeni bir ufuk açıyordu bana.
Sınav kâğıtları dağıtılır dağıtılmaz kâğıdımın üzerine yumuldum ve heyecanla soruları cevaplamaya başladım. Üçüncü soruya geldiğimde başım dönmeye başladı. Yazılar kargacık burgacık oldu, okuyamıyordum. Bir süre sonra da beyaz bir nesneye dönüştü önümdeki soru kâğıdı. Dünya bir beşikti sanki. Her şey gözüme çift görünmeye başlayıverdi. Bir an, hayatımın sonuna geldiğimi düşündüm. Önümde oturan arkadaşa sınava devam edemeyeceğimi söylediğimde “Ciddi misin Zehra? İyi misin sen?” dedi. Sıraya yığılıp kalmışım. Sadece hemşirenin gelip tansiyonumu ölçmesi ve doktora götürdükleri aklımda… Ondan sonrasını hatırlamıyorum.
ZAMAN NASIL BİR ŞEY?
Gözlerimi karanlık bir yalnızlığa açtım. Nerede ve hangi zaman diliminde olduğumdan habersizdim. Zindandan farksız olan odada, eşyalar ve insanlar siyah bir gölgeden ibaretti benim için. Işık olmayınca hangi vakitte olduğumu anlamam imkânsızdı. Zaman durmuştu âdeta. Gece ve gündüz farkı kalmamıştı, hep karanlıktaydım.
Zaman nasıl bir şey? Hani şu mesut ve huzurlu zamanlarımızda hızla akan ama sıkıntılı dönemlerimizde geçit vermeyen ve insanı kilitleyip kelepçeleyen zaman… Zamanın geçtiğini nasıl anlıyoruz? Artık ben anlayamıyordum.
Geçirdiğim beyin ameliyatları sonrasında beyin damarlarımda oluşan hassasiyet yüzünden gözlerim ışığa, kulaklarım da sese karşı son derece duyarlı hâle gelmişti. Gözlerime ışık vurmasın ve beni rahatsız etmesin diye camlara siyah perde takılmıştı. Sürekli karanlık mekânda kalmam gerekiyordu.
Annemin ince, naif, narin, nazik ve şefkatli sesi bile kâbusa dönüştü benim için. Benim gibi hareketli, canlı, hayata bağlı ve yerinde duramayan birisi için yatağa bağlı kalmak, zincire vurulmak gibiydi. Sağa sola koşturmaca içinde vaktin nasıl geçtiğini anlamadığım günler, artık geride kalmış, saniyeleri bile saymak işkencesine katlanmaya başlamıştım. Ne acı! Bu da benim imtihanım olmalıydı. Odamda hiç kimse konuşmuyor, konuşamıyordu. Çünkü her ses, beynimi patlatacak gibi oluyordu oluşan hassasiyet nedeniyle. Bir tür; kör, sağır ve dilsizdim sizin anlayacağınız.
İçimi acıtıyordu daha önce yapıp da yapamadıklarım. Sahip olduklarımın kıymetli olduğunu onları kaybedince anlamıştım. Kendimi tahta bir tabutun içine tıkılmış gibi hissediyordum.
SEVDİKLERİME DAHA ÇOK ZAMAN AYIRACAĞIM
Bir süre sonra göz hücrelerim şükürler olsun ki yenilenmiş, yavaş yavaş eski hâline dönmeye başlamıştı. Artık kâinat kitabını görebiliyordum. Yeşillikler… Fısıltıyla dans eden akasyalar… Mor sümbüller… Laleler… Duru akan sular… Salkım söğütler… Havuzda yüzen gelinlik giymiş ördekler.
Düşünüyorum da şayet benim yerime bir sevdiğim, bu acıları çekseydi ben zaten ölürdüm. Hiçbir zaman eski Zehra olmayacağım. Sevdiklerime daha çok zaman ayıracağım. Kitaplara daha fazla sarılacağım. İnsanları hiç ama hiç kırmayacağım. Hayatta yarın diye bir şey yok çünkü.
Kendime iyi davranmayı, insanlara değer vermeyi yeniden öğrendim bu hastalık sayesinde. Kötü gibi görünen hastalığımın bana öğrettiği pek çok şey oldu aslında.
Niyazi Sanlı'nın Ailem Dergisi'ndeki yazısı için tıklayınız..
